Beyza Nur Aydoğan

Beyza Nur Aydoğan

Emsalsiz Eser; Çile

Necip Fazıl… Hayatı zorlu mücadele ile geçmiş büyük Üstat ve eski hayatı, yeni hayatı diye ikiye ayrılan ilginç bir yaşam... Bunun nedeni önceleri dinden uzak iken Abdülhakim Arvâsî ile tanıştıktan sonra dine yönelmesidir…

             Necip Fazıl’ı anlamak, şiirlerini yorumlamak zordur. O, kendi içinin şairidir. Çile şiiri üstadın düşünce ve inanç dünyasının değişim ve dönüşüm sancılarını anlatan muhteşem bir senfonidir. Her insan, hayatında bir değişim noktası yaşar. Bu değişimi yaşamak kendine göre zorluklar içerir. Hayatını boş geçirdiğini bir sesle fark eder ki o ses hocasını temsil etmektedir. Geçen ömrün değersizliğini anlatır. Öğrendikçe, bilgilendikçe asıl gerçekliği; kaybolur etrafındakiler ve geçer gözünün önünden eski yaşamı. Sanki gök devrilir geçmişin, künde üstüne künde…

              Bakınır şöyle etrafına her yer kızıl kıyamet. Aslında insanların iki kıyameti vardır. Biri öldüklerinde diğeri ise bizlere bildiren asıl kıyamettir. Necip Fazıl bir nevi ilk kıyametini yaşamıştır.  Öğrendikleriyle yeni bir hayatı göze almıştır. Babaannesinden duydukları doğru çıkmıştır. Ölüm, mavi tülbent ve sonsuzluğa açılan bir kapı… Ölümün avcısı Azrail! Her bir oku da bir insan canına gebedir. Tadacaktır her canlı ölümü bizden öncekiler gibi; acı veya tatlı. İnsanın hayat serüvenine göredir bu ölçü. Şair ki zehirli oku tatmış ve kül olmuştur. Dayanamamıştır bu acıya. Fikirleri karışmıştır. O anda hisseder yokun, yokluğunu. Dünyadaki varlığının, hayat mücadelesinin inancı olmadan aslında bir yok olduğunu ve yokluğa karıştığını anlamıştır, önden gidenler gibi... Bildikleri ona ağır gelmektedir ve bunları insanlara iletmelidir. Öyle ki parça parça anlatacak sabrı yok şairin. Kalbi iman coşkusuyla doludur artık. Çağırmalıdır insanlığı ebediyete…

             Gerçekler dökülünce meydana her insan bir sarsıntı yaşadı. Unutulmuştu ölüm, unutulmuştu ahiret, unutmuştu bunları her insan gibi Üstat da. Kayboldu izlediği yanlış yol. Yıktı insanların dünyalık istikametini. Kalplerdeki boşluk yıkıldı. İnkâr edenlere işte hakikat, rüya ve gözler önündedir gerçekler. Belki geç kalınmıştır. Kıyametin kopuşudur gerçek.

            Geçmiş günahları bir balyoz gibi inmiştir ensesinin örsüne. Günahlardan pişmanlık ve af dileme zamanıdır. Allah’ın rahmetinden yoktur şüphe; ancak ona sığınılır. Yeni bir hayata başlama zamanıdır. Yeni bir sayfayla ancak dünya öyle bir şeydir ki yaşaması zor. Ne mekân zaman, hakikatler yok olmuş; süse bürünmüştür gerçeklik ve yalana teslimdir artık her şey...

            Yalan mı hayatlara işledi, hayatlar mı yalan oldu? Ne olursa olsun, hakikat bu değil! Ve her şeyin kendince değeri vardır. Aşılmaz değer duvarları. Cemiyet sıkıntısı vardır Necip Fazıl da. Hocasıyla tanıştıktan sonra bastırmak istemiştir benliğini. Aklını ve ruhunu cemiyetle meşgul etmeye başlamıştır. İnsanlara anlatmalıdır bu bildiklerini. Uyandırmalıdır gaflet uykusundakileri… Lakin ne kadar bağırsa da, içindekiler susturulmak istenmiştir hep. Ve ilk kazığı yemiştir. Hapis kokusu…  Yazdıkları için atılmıştır hapse, düşünceleri için.

Aylarca gezindim, yıkık ve şaşkın,
Benliğim bir kazan ve aklım kepçe.
Deliler köyünden bir menzil aşkın,
Her fikir içimde bir çift kelepçe.”
 
 

            Üstadın sanat, estetik, inanç, heyecan ve tefekkür dünyasını en iyi yansıtan kıtalardan birisiyle karşı karşıyayız. Kendisiyle bu kadar meşgul olan, iç âlemini böyle derinliğine kurcalayan ve hiç ara vermeksizin neredeyse bir ömür, kendisiyle savaşan başka kim vardır? Arayış serüveni ne kadar da ibretli sahnelerle doludur. Aklının kepçesiyle bizzat kendi benliğinin kazanını karıştırarak çıldırmanın hudutlarına varır. Her fikir, yeni fikir adeta bir ayak bağı olmakta, şairin yürüyüşünü akamete uğratmaktadır. Oysa şair büyük fikrin ardına düşmüş, bu uğurda mecnunluğu göze almış; hatta şairliğini, sanatkârlığını riske etmekten çekinmemiştir. 

Niçin küçülüyor eşya uzakta?
Gözsüz görüyorum rüyada, nasıl?
Zamanın raksı ne, bir yuvarlakta?
Sonum varmış, onu öğrensem asıl?”

 Bir eşyanın kafa gözüne uzakta küçükmüş gibi görünmesi bir hakikat değil belki geçici bir gerçektir. İki parmağa sığan binayı parmağımız kadardır diye iddia etsek, hiç okuma yazma bilmeyenler bile anlar uzaktan öyle görünmekte olduğunu. Öyleyse hakikate varmak için salt, bu malumat bize yeterli değildir. Öyle ki rüya görürüz, uykuda görürüz ama gözümüz kapalıdır. Uykuda görme görevi yapan başka bir gözümüz mü vardır yoksa? Körü körüne olmamalı insan! Sormalı ve araştırmalıdır. Hem kafamızdaki gözü hem de kalpteki gözümüzü kullanmalıyız hakikate ermek için. Neden dönüp duruyor mahlûk? Dönen zaman mı yoksa mekân mı? Bu gerçeğe erişmek pekâlâ zordur. Ve sadece kafamızdaki gözle bile baksak her insan ölüp bir yerlere gitmektedir. Herkesin bir sonu vardır.

               Üstadın dine yönelişiyle birlikte tek davası ve hedefi İslam’ı yaymak ve anlatmak olmuştur. Verdiği konferanslarda tek konu vardır; Allah ve kâinat. Bu fikir ki o dönem düşünce yapısına göre bir kezzap. Her yiğidin harcı değildir din hakkında konuşmak. Ama tüm bunları göze alarak çıkmıştır bu yola; geri dönmeksizin… Ve karşısına çıkacak olan bir sıkıntıyı, azabı selam ile karşılamaktadır. Ve haykırdıkça Üstat, büyüyecektir bu din. Beyinlerin bir yerinde sıkıştırılmış olan inancı gün yüzüne çıkaracaktır, ihtişamlı bir azimle. Bu zorlu yol bir bilmece gibidir Üstadın gözünde. Bir yoldaşa ihtiyacı vardır; annesinin duasına. Bu zor davanın zor zamanlarında duvardır ana duası.

              Bir uyku ki gaflet uykusudur. Tüm ümmet gaflet uykusundadır. Bu uyku ki aslında suçsuz olanı katil yapmaktadır. Ötelerde can verirken Müslüman kardeşi, vurdumduymazlaşmıştır, uyanmalıdır artık. Gerçeklerden ne kadar kaçabilirsin, nereye kadar sığınabilirsin? Allah görmüyor mu ki bütün olanı biteni, ki saklanasın. Bu davaya baş koymuş Üstat geri adım atmaz. Sonraki nesillere dimdik ayakta iletsin ki İslam’ı, onlara olsun şerbet. Kendisine kum dolu çanak olsa da sonucu… Buna dâhi razıdır.

              İnsanlık ki benliğini, özünü yitirmektedir ve başka heveslere kapılmıştır. Karınca sarayından kastı şairin çalışan ama sadece dünyaya çalışan insanlıktır. Ahiretlik bir şey yok, beyinler boştur bu yönde. Bilgisizlik ve cesaretsizlikle donatılmış. Bu davan da hapse girip girip çıksa da, halka başka başka lanse ettirilmeye çalışılsa da, akrep misali sokulsa da vazgeçme niyeti bulunmamaktadır. Bunu kalbinde canlı tuttukça, o ilk heyecanını yaşattıkça ve insanları kazandıkça hep yaz olacaktır üstada.  Hapis günleri kış gibi gelir ama her kış baharın habercisidir bildiğimiz üzere. Ne ateşte yanmak ne de bir başka acı; insanın fikirlerinden dolayı hapislerde yatmasından, bu yolda savaş vermesinden daha büyük bir işkence yoktur yeryüzünde. Bu davanın sırrı gizli bir düğümdür Üstatta. Bu düğümü çözecek olan da yine kendisidir. Ne ölüm terleri dökmüştür…

              Ulaşılacak olanın yolu dikenlerle doludur. Nice insanlar vardır şaşırtmaya, yıldırmaya çabalar. Çok dönemeçli yollardan geçecek olsa da sonu karmakarışık zihinleri çözecektir elbet. Bütün sıkıntı ilahi huzura ulaşmak içindir. En güzel şeyler büyü yapılmış gibi hoş gelir insana. Yasak olsa da dinimizce nefsimizi okşar. Peki, nedir bu çekilen, isteklerden?

             Şair tarif edilemez bir karmaşa içindedir. Öncesinde geceleri kumarla sabahlarken, bu şiirini yazarken ise dini için savaşmakta, insanları uyandırmakta adeta memleketi sallamaktadır. Dergi ve gazete aracılığıyla ulaşmıştır. Bununla da kalmayıp şehir şehir gezip konferanslar vermiştir. Bu değişimin, bu halinin tanımı nedir ki? Hangi söz hangi kelime karşılar? Ya da kim anlar bu hali? Öyle bir kelime olmalı ki ruhlara dokunarak zihinlere girmelidir. Yüzleşme zamanıdır yine, kendini tanıma çabası.

             “Aynalar söyleyin bana ben kimim?” Bu aynada gördüğü kendisi olan aslında o mudur? Yabancılaşan sadece kendisi de değildir. Toplum da aynı durumdadır. Tüm bu eleştiri, tüm bu tepki bu toplumu yabancılaştıranadır esasen!

            Yeryüzündeki bunca sıkıntıyı bunca değersiz eşyayı kendine yük ettiğini düşünmektedir. Yolcuyuz hepimiz bu dünyada ve eğer götüremeyeceksek dünyalık hiçbir şeyi ahirete, kalplerdeki yükler niye? İşte bu sorunun cevabını aramaktadır. Kelebek misali günlüktür aslında ömrümüz. Geçen zamanın yok bize bir faydası. Tek umudumuz yarında. Ve sadece bize ‘yarın’ yardımcı olacaksa kaybettiklerimize üzülmemeliyiz öyleyse. Hiçbir şey bizim değildir. Bedenimiz bile emanettir bize. 

“Ne yalanlarda var, ne hakikatta,
Gözümü yumdukça gördüğüm nakış.

Boşuna gezmişim, yok tabiatta,
İçimdeki kadar iniş ve çıkış. “

             Tefekkürün derinliğiyle şair, insan ile tabiatı ayıran ince noktanın farkına varmıştır. Tabiat dendiğinde akla gelen insan dışı varlıklardır. Bir ağaçtır, bir tavşandır, bir sudur. Su akar, ateş yakar, arı bal yapar. Her birinin ayrı ve kendine göre görevi vardır. Bunları sonradan öğrenmemişlerdir. Yaratılışları itibarı ile öyledir. Ve tabiatları yaratılıştan gelmektedir. Çünkü onları sanatlı eser üretmeye kabiliyetli yaratan Allah’tır. Ancak insan davranışları ahlak olarak adlandırılır. İradeye sahiptir. Ne yapacağını, nasıl davranacağını yaşamı boyunca kendisi belirler. İnsan bu manada tabiattan ayrı, ondan üstün, davranışları önceden belirlenmemiş bir mahlûktur. Necip Fazıl bu hakikatin eşiğine varır ve tabiatta mevcut bulunan iniş ve çıkışları insanların içinde cereyan edenlerle bir mukayese yapar ve insan davranışlarının tabiata etkisi olacağını ima eder.   

     “Atomlarda cümbüş, donanma, şenlik” bu dörtlük ve bundan sonraki mısralarda tazelenen, yeniden hayat bulan imanın coşkusunu anlatmıştır. Karanlık günlerini geride bırakmıştır. Doğayı incelemiş ve tefekkürle kendini yenilemiştir. Tek gayeye odaklanmıştır artık. Bütün emek ve çabası onadır.

Hedefleri her zaman en büyük, en uzak, en öte olan bir insandı Üstat. Bunu;

     “Ver cüceye, onun olsun şairlik,
     Şimdi gözüm, büyük sanatkârlıkta.”  mısralarında anlamak mümkündür.

İlk dönemdeki eserlerinden itibaren hemen her vakit ‘ebedi olmak, sonsuza varmak’ gibi çok muğlak ve felsefi arayışların peşindedir. Bu arayışını Müslümanlık idrakinden sonra da ziyadesiyle sürdürmüştür. Yaşanan hayatta eğer azap yoksa onu şuurla aramış, bulmuş, davet etmiş ve yaşamayı denermiş gibi bir intiba bırakmıştır okuyucunda. Herhangi bir zaman veya mekânda, ikinci sıraya düşme endişesini yüreğinde taşıyormuşçasına, daima hizayı bozmaya hazır bir kıta gibi dimdik ve dikkat kesilmiş bir adamdı. En bariz örneği şu kıtadadır;

“Öteler öteler, gayemin malı;
Mesafe ekinim, zaman madenim.
Gökte saman yolu benim olmalı;
Dipsizlik gölünde, inciler benim.”

Fışkıran zekâsı, hazırcevaplığı, nüktedanlığı ve adeta bir cesaret abidesi gibi dik duruşuyla o, bir akademisyenin ifadesiyle ‘susuza suyu tarif etmemiş bizzat ikram etmiştir…’

Nefsinin isteklerine gem vurmayı hedeflemiştir. Hafakanlı bir arayışın izini sürmüştür.

 “Biricik meselem, Sonsuza varmak...”

Allah’a varmak…

Önceki ve Sonraki Yazılar