Ahmet Doğan İlbey

Ahmet Doğan İlbey

İslâm medeniyet anlayışı üstüne fikir tâlimi yapmak

İslâm medeniyet anlayışı üstüne fikir tâlimi yapmak

 

Tanzimat’tan Cumhuriyet’e kadar bu ülkede medeniyet kavramında üç anlayış çatışma hâlindedir. İlki İslâm’da medeniyet vardır; ikincisi İslâm’da medeniyet yoktur, üçüncüsü Batı medeniyeti ile sentez şart diyenler.

 

“Medeniyet, eşya- teknoloji üretimi değil, toplumun kurumsal dindarlığıdır. İslâm’ın toplumsallaşmasıdır” şeklinde târif edenler var. Bu târifin karşısında “Müslümanlar, Batı yapmadan önce Batı’nın ürettiği tekniği icat etmeli” diyenler var.

 

Sözün başında belirtelim ki Kur’ânî mânada tek medeniyet İslâm medeniyetidir. İslâm dışı sosyal organizasyonlara, Batı’dan mülhem seküler ve teknik gelişmelere medeniyet denemez. Kur’an ve sünnete tâbi olmakla meydana gelmiş toplum yahut milletin dünyayı İslâmca şekillendirmesidir medeniyet. İslâm medeniyetinin varlığı ancak Müslüman toplumun varlığı ile kaimdir. Dolayısıyla bir beldede Müslüman bir toplum ahkâmı yaşamak için ortaya çıkmazsa medeniyet oluşmaz. Ahkâmı yürümeyen Müslümanların varlığı medeniyet oluşumu için yeterli değildir. Bundandır ki Mekke’de Müslümanların varlığı medeniyet meydana getirmemiştir. Medeniyet, İslâm ahkâmını yaşamak için Medine’ye hicret eden Müslümanlarca oluşturulmuştur. Medeniyetin, laik Türkçülerin anladığı gibi “sentez” olmadığını da belirtelim.

 

Medeniyet anlayışımızı peşinen belirttikten sonra ustaların bu mevzuda söyledikleri üstüne bir fikir tâlimi yaparak medeniyet fikrimizin ne durumda olduğunu, nerede ayrılıp nerede mutabık kaldıklarını hülâsa etmek istiyorum.

 

Mehmet Âkif’in ve Sezai Karakoç’un, zemini İslâm olan kısmen “ilerlemeci anlayışa” yakın medeniyet fikrini savunduğu görülür. Âkif, medeniyeti Batı medeniyeti karşısında Müslümanların “iman dolu göğüsleri ile” mücadele edilecek olan bir tavır olarak görür ve Batı medeniyetinin “çelik zırhına” sömürgeci ve “canavar” lığına “iman dolu göğüs” le yâni Kur’ân medeniyeti ile karşı durmanın gerektiğini haykırır. Safahat’ında İslâm zeminine bağlı kalarak Batı’nın “fen ve ilminden” bahseder:

 

“Niye ilmin adı yok koskoca millette bugün? / Çünkü efkâr-ı umûmiyye aleyhinde bütün / Çünkü yerleşmek için gezdiği yerlerde fünûn / Önce gâyetle büyük hürmet arar, sonra sükûn /Asr-ı hazırda geçen fenlere sâhîp denecek / Bir adam var mı yetişmiş içinizden, bir tek?”       

 

MEDENİYET FİKRİMİZ HANGİSİ?                                                             

 

Karakoç da Âkif gibi Batı’nın “fen ve ilminden” alınıp İslâm anlayışınca kullanılmalıdır:

 

“İnsanlığı toptan tehdit eden korkunç nükleer silâhların… mucidi olan batılıların bunları keşfedip yapacağını biz Müslümanlar önceden kestirmeli ve onlar yapmadan, biz yapmalıydık. Bunlar kötüdür, insanlığa sığmaz demek yeterli değildir. Batı bunları yapacak ve bunları yaptığına göre de kullanacak ve insanlığın toptan mahv olmasına da sebep olacak düşüncesiyle ondan önce yapmalıydık bunları. Bu, dünyada bulunmamızın bir gereğiydi. Kullanmamak ve kullandırmamak için, bu korkunç silahları biz icat etmeli, onların yapmasına engel olmalıydık. Ahirette olmadığımız, bu dünyada olduğumuzu unutmamalı, ‘kötü’yü de hesaba katarak tedbirli olmalı, ‘düşmanlarınıza karşı aynı silahlarla karşılık veriniz’ ilâhî buyruğunu tam anlamıyla yerine getirmeliydik.”

 

Her iki mütefekkir de, “Düşmanlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet hazırlayın” mealindeki âyete (Enfal sûresi, 60)  dayanarak medeniyetin maddî cephesinin fen-fünunla düşmana karşı “kuvvetlendirilmesi” nden bahsetmişlerdir.

 

“DİNİN YAYILIŞI MEDENİYETİN, MEDENİYETİN YAYILIŞI DİNİN YAYILMASIDIR”

 

Belirtmek gerekir ki Karakoç medeniyet anlayışını “diriliş insanı” yla târif eder. Medeniyet için ilk saik inanan İnsandır. Diriliş insanı medeniyetin merkezi, çekirdeği, tohumudur. İnanç adamı varsa, inanan bir toplum varsa medeniyet de vardır. Medine ve medeniyet aynı kökten gelir. Dinin yayılışı medeniyetin, medeniyetin yayılışı da dinin yayılmasına vesiledir. İslâm medeniyeti, ırk olarak sadece Arapların ortaya koydukları bir medeniyet değil, Arap, Acem, Türk ve daha birçok kavmin İslâm ruhunu ruhlarına geçirmiş olarak ortaya koydukları ortaklaşa bir medeniyettir. Osmanlı’nın İslâm medeniyetine kattıklarını savunur. Bu asırlarda medeniyet toplu olarak ilerlemiş, incelmiş, gelişmiştir. Osmanlı’nın çöküşü medeniyetin çöküşü mânasına gelmez. Çöküşüyle medeniyetimiz sona erdi sandık. Batı böyle ilân etti ve aydınlarımıza bunu inandırdı. Hâlâ aydınlarımız bu şokun etkisinden uyanamamışlardır. Oysa ölen medeniyet değildi.

 

“İSLÂM MEDENİYETİ VAHİY, HAKİKAT VE KİTAP MEDENİYETİDİR”

 

Karakoç’un bakışıyla iki medeniyet vardır: İlki ak medeniyet, diğeri kara medeniyettir. Ak medeniyet İslâm medeniyetidir, yâni vahiy ve Kur’an medeniyeti. İslâm medeniyetini ikiye ayırır: İdeal medeniyet ve vâki medeniyet. Asr-ı Saadet’te Hulefa-i Raşidin dönemi de dâhil ideal medeniyet olarak tavsif eder. İdeal medeniyetten çıkan Emevi, Abbasi, Osmanlı gibi medeniyetler vardır ki bunlar da vâki medeniyetlerdir ki bulundukları zaman ve zeminin emarelerini taşırlar. Bu medeniyet modellerinden biri tekrar bir İslâm medeniyeti ihya etmek isterse model olarak alacakları devir Asr-ı Saadet’tir. İslâm medeniyetinin farklılıkları bir bütündür. Mâveraünnehir’deki de Harran’daki medeniyet ihyasını İslâm’ın dairesi içinde kabul eder. İbni Teymiye de, İmam-ı Gazali de,  Hz. Mevlâna da, İbni Arabi de İslâm medeniyetinin çatısı altındadır.

 

Ona göre medeniyet yalnız mimarî uslûp değil, hayat üslûbudur. İslâmların Kur’an ve Sünnet istikametindeki gayesini gerçekleştirme ve bu istikametteki duygu ve düşüncelerini ifade isteğinden doğan niyet ve faaliyetlerin, teori ve pratiğin tamamıdır.  “İyi” ve “kötü” birbirinden tamamen farklı medeniyet vardır. İnsanın yaratıldığı günden bu yana birbiriyle devamlı mücadele hâlindedir. Hz. Âdem Aleyhisselâm’la başlayan “iyi” nin medeniyeti olan “ak medeniyet” vahiy, hakikat ve kitap medeniyetidir. 

 

Kötü” nün de bir medeniyeti vardır. Teşkilâtlanmış ve kendini haklı görmenin felsefesini oluşturmuş; inanca karşı felsefe adı altında kara felsefeyi, ruha karşı maddeyi, ulvîye karşı süflîyi, huzura karşı sıkıntıyı, âhenge karşı kaosu çıkarmıştır. Medeniyet târifinde Doğu ve Batı’yı coğrafî terim olarak değil, ruhun mânevî doğusu ve batısı olarak kullanır. “Ak” ve “kara”, “iyi” ve “kötü”, “bal” ve “zehir”, “tuba” ve “zakkum” kadar birbirinden farklı olan Doğu ve Batı; târih boyunca birbirleriyle devamlı mücadele hâlindedir.          

                                

Âmâ üstad Cemil Meriç’in medeniyete bakışı yerli yerincedir. “İslâm medeniyeti yekpâre bir bütün. İslâm dünyası, Hicret'ten bu yana çeşitli ikbâl ve idbâr devirleri yaşamış, fakat aslî cevherini büyük bir titizlikle korumuştur. Bu medeniyetin dayandığı mukaddes kitaplar, milyonlarca insanın yoluna ışık serpmiş ve serpmektedir. İslâm’ın ‘Muhit’ ül Maarif’i Kur'an-ı Kerim ile Hadis-i Şeriflerdir.”

 

Diyor ki: İslâm’ın eğitim-öğretim sisteminin kaynağı Kur’an ve Sünnet’tir. Ona göre madde üzerinde hâkimiyet kuran Avrupa'nın, kendi hâkimiyeti ve çıkarları uğruna zorba ve sefahat sütunları üzerinde inşa ettiği yeni medeniyeti insanın ruh dengesini bozmuş, kabaran iştihası ile Dünyanın dengesini altüst etmiştir.                                                       

 

MEDİNE DİNDEN, DOLAYISIYLA MEDENİYETTE DİNDEN DOĞMUŞTUR

 

Medeniyet bahsi olduğunda Lütfi Bergen’i dinlemek lâzım. “Azgelişmişlik Üstünlüktür” kitabında “Din, dünya ve medine” kavramlarından ötürü İslâm’dan bir medeniyet sâdır olduğunu” ve “Medeniyetin, sadece Hz. Peygamberimiz s.a.v’ın Medine’ye hicreti ile şehre verdiği isimle ilgili olmadığını da söylüyor:

 

“Din kendisini Medine’de var etmiştir. Tarih boyunca Müslümanların topluca namaz kılmayı başardıkları, dinin ahkâm kısmına muhatap edildikleri beldelere Medine / medeniyet denilmiştir. Medeniyetimizin bu temel vasfı Kur’an tarafından belirlenmiştir. Kur’an her şehre ‘medîne’ demiyor. Resûller gönderilmeden önceki şehirlere karye (köy) demektedir. Medine, ‘din’den gelmektedir. Din ise hüküm anlamındadır… din kelimesi, bildiğimiz ‘inanç- teoloji’ anlamında ele alınmamaktadır. Bir fıkıhtan bahsedilmektedir. Vakıf, mahalle, tımar, bedesten teşkilatlarını inşa eden bir hukuk yapısından. Bu fıkıh nazarından bakıldığında Batı toplumlarının ‘medîne’ kurmadıkları apaçık ortadadır. Kur’an’da medîneti kavramının ele alınış biçimi nedeniyle medine / medeniyet algısının Hz. Peygamber ile doğmadığı, ed- din olan İslâm’ın ve nebevî geleneğin bir yansıması olduğu söylenebilecektir. Medeniyet, ed-din olan İslâm’ın Âdem (as)’den beri gelen ‘şehir’ telakkisidir. Hz. Peygamberimizin kurduğu medeniyet Mekke toplumunun ürettiği teknik- bilginin dengi olmamıştı. Hz. Peygamber’in tefekküründe uygarlıktan kaçışla ihya edilmiş bir pazar, vakıf, hukuk, ilim, ahlâk, sülûk (meslek) toplumunun Mescid-i Nebevi etrafında varoluşuna bağlanmıştı. Medeniyet eşya, zenginlik, düşmanın silahı ile silahlanmak değil; Müslüman toplumun ubudiyet, ahlâk ve uhuvvet esasında yaşamak için İslâm ahkâmını şehir yapılarında kurumsallaştırmasıydı.”

 

Bergen, medeniyet bahsinde Farabi’ye de müracaat eder: “Farabi, tıpkı Kur’an’da yapılan tasnife benzer şekilde tekniğe göre değil, toplumsal yapıya uygun bir anlamlandırma yapar. Fadıl Medeniyet ile Câhil Medine’yi ayırır… ‘Fadıl’ ya da ‘Mutlak’ siyasetin tek, câhil siyasetin çok olduğunu söyleyerek önemli bir tefrik getirmiştir… Farabi için ‘Mesken’ nasıl olursa olsun, neden yapılırsa yapılsın ve nerede olursa olsun, önemi yoktur. Yerin altında ya da üstünde, ahşaptan, çamurdan, yünden kıldan ve diğer maddelerden yapılmış olabilir. Mühim olan meskenin yapıldığı maddenin cinsi değil, onun içindeki insandır.”                                                                                                                                             

 

“İSLÂM BİR MEDENİYET ARAYIŞINDA DEĞİLDİR” DİYENLER

 

İsmet Özel gibi “medeniyete” reddiye üzerinden Hz. Peygamberimiz s.a.v’in yaşadığı döneme atıf yapanlar var. Özel,  medeniyet kavramını reddediyor ve İslâmlara bir medeniyet tasavvuru veya mukabili olan bir sistem göstermiyor. Medeniyeti bir tepki, Batı’ya karşı alınan bir tavır olarak değerlendirmektedir. Müslümanların âcilen ihtiyacı olan medeniyet fikrine açıklık getirmeyişi onun İslâm devlet ve toplum fikirleriyle çelişki oluşturuyor. “Üç Mesele” de bu anlayışını görmek mümkün:

 

“Kavramamız gereken nokta, Batı’nın inancı, felsefesi, bilimi ve tekniği ile bir bütün olduğu ve reddedilecekse tümden, kabul edilecekse yine tümden kabul edilmesi gerekeceğidir. İslâm değerlerinin çağımızın bilim ve teknik kafasıyla birleşip beraber yaşayacağını ummak bir avuntudan ibarettir. Bir kez İslâm’ı medeniyet sorunu içinde kavradık mı artık onu zaman içinde değerlendirmek düşüncesine kendimizi hapsetmiş oluruz. Müslümanların bir bölümü medeniyete muhafazakâr bir tepki göstererek Batı’ya karşı direndiler… Batı’nın sunduğu medeniyet anlayışının karşısına… İslâm medeniyeti anlayışını çıkarma düşüncesini doğurdu.”                                                                                                                                                  

 

Özel, “Teknoloji bir azgınlık, medeniyet çürüme ve yabancılaşma düşüncesi bir gururdan ibarettir“ diyerek, İslâm’ın bir medeniyet olarak telakki edilmesinin “Batılı gibi düşünmenin sonucunda” oluştuğunu ileri sürer. Medeniyeti beşerî zihniyetin oluşturduğu “kuvvet” olarak telakki eder. “Kuvvete karşı ahlâk”ı, yâni İslâm’ı koyar. “Medeniyet insanların madde karşısındaki zaaflarının ve maddi gelişmeye mahkûm olmalarının müşahhaslaşmış hâlidir. Toplum yapısını ve insan kişiliğini karşılıklı olarak bozar, kokuşturur. İslâmî mücadelenin bir İslâm medeniyetine varacağını istemek abestir” sözleri de gerekçeleri gösterilmediği için ütopik görünmektedir.

 

Onun, “İslâm toplumu” endişesine katılmakla birlikte, “İslâm devleti geçmişte nasıl medenileşmiş bunu iyice anlayıp, böyle bir medenileşmeyi önleyici tedbirleri alma gayreti içinde bir İslâm toplumuna gitmemiz esastır. Çünkü medenileşmek yetim hakkını gaspa yönelmek demektir” sözleri, Müslüman toplumun tekamülü ve dünyayı ıslah suali bakımından açıklanmaya muhtaç görünüyor.

 

Şu ifadelerinde de açıklamasını yapamayan ve gerekçesini göstermeyen toptancı bir bakış var:

 

“İslâm bir medeniyet arayışında değildir. Sadece Allah'ın hâkimiyetinin tanındığı bir düzen arayışının içerisinde olunmalıdır. Müslümanlar günü kurtarma endişesini bir tarafa bırakıp içinde kalınan tüm kültürlerden sıyrılıp Kur’an'a dönülmelidir. İslâm devletinin söz konusu edilebilmesi için 'teknoloji üstünlüğü' gerekli değildir. Bunun yerine Müslümanların tek tek kalitelerini geliştirmeleri gereklidir. İslâm devleti sonunda kendine uygun maddî kuvveti de üretme fırsatını yakalamış olacaktır"
                                                                                                                    “MEDENİYETİN ÜÇ MERTEBESİ: MÜSLÜMAN, MÜ’MİN, MUHSİN”                                                                                                                               

 

Medeniyetin safhalarını “İslâm (Müslüman, Müslim), İmân (Mü’min) ve İhsân (Muhsin) mertebeleriyle târif eden ve medeniyetin “Muhsin” mertebesinde kemalatını bulacağını belirten Ali Yurtgezen hocanın tesbitlerine müracaat etmeden medeniyet fikrini kavramak eksik olur.

 

“Medeniyetin ’Medîne’ kelimesinden türetildiğini, aslı Yesrib olan yerin, Efendimiz’in (İslâm’ın) gelmesiyle Medîne olduğunu, Medîne kelimesinin de ‘deyn’ yani ‘din’ kelimesinden türetildiğini, dînin bir sorumluluk düzeni getirdiğini, yâni dînin ölçüleri istikametinde sorumluluk içinde hareket eden mütedeyyin insanların Medîne’yi yâni medeniyeti inşâ etiğini” ifade ediyor. Ona göre medeniyeti “Mâverâünnehir’deki Muhsinleri Ehl-iBeyt mensupları Hâşimoğulları idi. Onların yetiştirdiği ulular, Horsan Erenleri olarak Anadolu’ya gelmişler ve Anadolu’da kurulan medeniyeti inşâ etmişlerdi.” 

 

Bugün imkân bolluğuna rağmen medeniyet inşa edemediğimizin temel sebebi inşa edici insanın fonksiyonel hâle getirilmemesidir. Bu problemin cevabını yine Ali Yurtgezen hoca veriyor:

 

“Muhsinlerin her işi, her davranışı, her tutumu ‘güzel’dir. Bu sebeple bizim medeniyetimizi tasavvuf uluları inşa etmiştir. Bu yüzden bütün teknolojisine, zenginliğine, kudretine rağmen kâfirler medeniyet kuramaz; ‘medeniyet’ dedikleri anlayışın her tarafından kan, gözyaşı, işkence, zulüm ve denaet fışkırır. Mâlâyani medeniyete engeldir. Mâlâyaniyi önemsiz addettiğimiz, daha büyük meselelerle uğraşmak adına iyi niyetle dahi bunları görmezlikten geldiğimiz müddetçe, yeniden bir medeniyet hamlesi gerçekleştiremeyiz.”

 

“İSLÂM MEDENİYET TASAVVURUNA İHTİYAÇ VAR”

 

Medeniyet fikrimiz üstüne tâlim yaparken dikkate alınması gereken bir isim de Haki Demir’dir. “İslâm Medeniyet Tasavvurumuz” üstüne mufassal çalışmalar yapan Demir, “Medeniyet tasavvuruna neden ihtiyacımız var? Çünkü İslâm’ın mümkün olan en geniş ufkunu göstermek gerekiyor. İslâm’ın teklif ettiği ve mükellef kıldığı hayatı inşa etmek gerekiyor. Son birkaç asırdır Müslümanlar İslâmî hayatı inşa etmedikleri için Batı tarafından üretilmiş bir hayatın içine düştüler… Bu sebeple Batı’nın ürettiği hayatın içinde doğan ve şekillenen akıl, o hayatı temelinden tenkide tabii tutamıyor. Yeni bir hayat inşa etmek ise bundan daha ileri bir maharet, daha geniş bir ufuk ve daha derin bir idrak gerektirir. Medeniyet tasavvuru, tefekkür faaliyetinin ve hikmet mimarisinin en çaplı olanıdır” diyerek medeniyetteki iki asırlık tereddimizi ve çapsızlığımızı âdeta yüzümüze vuruyor:

 

“Medeniyet, ‘yapabilmenin’, medeniyet tasavvuru ise tefekkürün ufkudur. Müslümanlar bu ufukta seyahat edememeleri hâlinde, birkaç asırdan beri İslâm’a yöneltilen ‘fikir ve ilme manidir’ ithamını, kendi şahıslarında delillendirmiş ve gerçekleştirmiş olurlar. Bu ne vahim bir durumdur… Ümmet, yaşadığı her devrin medeniyet tasavvurunu oluşturmalı ve mütemadiyen de muhtevasını derinleştirmeli, ufkunu genişletmelidir. İslam’ın muhteva (mâna) yekununu ihata edememek, ondan istihsal edilecek mâna haznesi ile medeniyet kurulamayacağını göstermez. Dolayısıyla ümmet, içinde yaşadığı çağın büyük fikrini üretmeli, büyük inşaatını başlatmalıdır.”

 

Hâsılı, medeniyet fikrimizi yerli yerince oturttuktan sonra yeniden medeniyet inşa etme yolunda bu mevzuun erbabı Yusuf Kaplan’ın görüşlerinin ana fikri olan şu sözlerini kılavuzlarımız arasına almak gerek:

 

Medine’ye ulaşılmışsa medeniyete giden kapılar artık sonuna kadar açılacak demektir. Mekke sürecinde inşa edilen Müslüman zihne, dile, idrake ve şahsiyete kavuşmadan Medine sürecine / çağ’ımıza da, medeniyet sürecine de ulaşamayız.”

--------------------------------------------

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.