Ahmet Doğan İlbey

Ahmet Doğan İlbey

Alperen, İslâm devleti dâvasının mükellefiyetini taşıyana denir

Türk devletlerinde “alp” olanlar İslâm’la birlikte tasavvuf terbiyesi ve tarikat ehli olunca “alperen” unvanına, yâni İslâm devletinin varlık sebebini ve gayesini tebliğ etme mesuliyetine terfi ettiler. İslâmlaşınca başlayan bu irtifa sebebiyle din-i İslâm uğrunda savaşanlara alperen denir.

 

Müslümanla Türk’ün aynı mânaya gelmesinin en cerbezeli, en mühim tipi olan alperen, İslâmlaşan Türklüğün sadrından doğmuştur ki vazifesi İslâm devletinin yürürlüğe girmesi için siyasî ve fikrî her türlü faaliyette bulunmaktır.

 

“Alp”, eski Türklerde bahadır, yiğit sıfatlarını ifade eder. “Eren”,  tasavvuf ve tarikat terbiyesi almış insan-ı kâmil ve derviş vasfını haizdir. Allah’a doğru fethini tamamlayan ve “alp” lik vasfıyla “eren” liği şahsında bütünleştirip İslâm’ı tebliğ etmek vazifesini hak eden kişi alperenlik mertebesine çıkmış olur.

 

ALP DEĞİL, ALPEREN OLMAK

 

Alp’lik; cesaret, şecaat, kuvvet sahibi olmaktır. Alperenlik, İslâm üzere hikmet adâlet, gâzavat bilgisiyle tasavvufî terbiyeyi şahsında terkipleştirmek demektir. Öyle ki hem dünyevî, hem uhrevî yönü olan insandır.                                                                       

Batı’ya doğru fütuhata çıktığında “Bu seferler kuru gavga için olmayıp İlâ-yı Kelimetullah içindir” diyerek and içenler târihte “Kolonizatör Türk Dervişleri” diye yâd edilen alperenlerdir.

 

Dervişlik ve savaşçılık birbirine zıt gibi düşünülebilir. Savaşçı “alp” tipinin Müslümanlıktaki karşılığı “gâzi” dir. Bu vasfıyla dervişliği terkip eden kişi “gâzi-derviş” veya alperen sıfatını almıştır.

 

İslâm’daki mücahit mânasında ifade ettiğimiz savaşçılıkla dervişliği terkip etmiş olan alperenlikte cihat ve mücâhede iç içedir. Düşmanla yapılan fiili savaş mânasına gelen cihatla, nefisle savaş demek olan mücâhede yan yanadır.

 

İslâm’dan beslenen cesaret, sevgi ve merhametle ümmete ve millete hizmet dâvasında din, yâni şeriat üzere yol tuttukları içindir ki alperen kafilesinin başında mânevî olarak daima Hz. Peygamber Efendimiz s.a.v. ve dört Halife bulunur.  

 

HAZIRLIĞI OLMAYANIN ALPERENLİK İDDİASI BU KUTLU UNVANI ZEDELER.                                                                                                                                 

 

Alperen; Allah’a, dinine ve şeriatına inanan mücahittir. Bu ulvî vazifeden dolayıdır ki kavmiyetçi olamaz, olursa alperen olmaz. Zaferle değil, seferle mükellef kılındığını, takdirin Allah’a ait olduğunu idrâk eder. Bu sebeptendir ki, “alperenim” demenin mesuliyeti ağırdır. Bu vasıfları taşımaya ve muhtevasına mutabık fikrî ve siyasî hazırlığı olmayanın alperenlik iddiası bu kutlu unvanı zedeler.     

 

ÎLÂ’YI KELİMETULLAH’I VE İSLÂM AHKÂMINI YAYANA ALPEREN DENİR                                                                                                                                     

 

Fetih için, yâni üzeri karanlıkla kapalı ülke ve toplumların üstündeki karanlık örtüyü kaldırmak için gittiği her yerde Îlâ’yı Kelimetullah’ı yayan, İslâm’ın ahkâmını tebliğ eden, Kur’an’ın ve Sünnet’in yayılmasına çalışan, kalbiyle dili, imanıyla ameli, dervişliğiyle mücahitliği bir olan kişidir. Çağının her meselesine İslâm’ın buyruklarıyla çâre arayan ve müdahil olandır.

 

Alperenlik hüviyetinin hocası Pir-i Türkistan Ahmed Yesevi Hazretleridir ki, o ulu kişinin Anadolu’dan Balkanlara kadar gönderdiği alperenlerden istediği vazife: “Gittiğiniz yeri İslâmlaştırmak, İslâm’ın ahkâm ve varlığını tebliğ ve tesis etmek…”

 

Sultan Fatih, hocası Akşemseddin Hazretleri’nin önünde diz çöküp, Hakk divanına durmayı sarayında oturmaya yeğ tuttuğu, fetih sabahı binlerce askerine ve komutanına imam olup, zafer namazı kıldırdığı içindir ki devletlü alperenlerdendir. Yavuz Sultan Selim, kendisini Harameyn’in hâkimi ilân etmek isteyenlere, “Hayır, Harameyn’in hâdimiyim” diyerek alperen olduğunu beyan etmiştir.                                                                                                                           

 

Türkiye’de devletin yapısını İslâmî ahkâmla değiştirmek gayesiyle alperenliği siyasî ve fikrî mânada temsil eden bir hareket henüz çıkmadı. Alperenlik iddiasında bulunan siyasî ve fikrî hareketlerin muhtevasında laikliğe, sekülerliğe, modernliğe, ulus milliyetçiliğine, Atatürkçülüğe ve 1923 Cumhuriyetine dair zerre kadar çağrışım, vurgu, işaret, fikir ve kavram yakınlığı bulunmamalı.

 

ALPERENLİK, 1923’DE KURULAN SİSTEME LÂ DEMEK VE TÜRKİYE İSLÂM CUMHURİYETİ DÂVASINI ÜSTLENMEKTİR     

 

Bugün alperenliğin en temel vazifesi doksan yıllık lâ-dînî sisteme kökten hayır demek ve evvel emirde Türkiye İslâm Cumhuriyetinin ikamesinin tebliğcisi olmaktır. Vazifesi, İslâm’ın tâyin ettiği devlet ve millet düzeni için kendi ülkesinden başlayarak çalışmak olduğuna göre, “alperenim” diyen biri Türkiye İslâm Cumhuriyetinin esasları için her türlü fikrî ve siyasî meseleleri üstlendiğini ilân etmiş sayılır.

 

ALPEREN ŞERİATÇIDIR VE İSLÂM DEVLETİ FİKRİNİN TEBLİĞCİSİDİR

 

Alperenin Türkiye’de baş vazifesi meşruiyetin ve hâkimiyetin İslâm olduğu sistemin tesisi ve bin yıldır devletin kurucusu olan Türklerin yönetme hakkını şeriat üzere sürdürmesi için çalışmak ve fikirde olsun, siyasette olsun gayesi daima “dîn ü devlet, mülk ü millet” anlayışı içinde mücadele etmektir. 

 

Sözün özü; kim alperenim diyorsa şeriatçıdır ve İslâm devleti dâvasının tebliğcisidir. Üzerine düşen mükellefiyeti, yâni İlâ’yı Kelimetullah’ı yayma vazifesini yerine getirmeye inanarak tâlim ettiği unvanı gereğince mecbur ve yükümlü olandır.

----------------------------------------------------

 

KİRAZ BAHÇESİNDEKİ İFTARIN MÂNEVÎYATINDAN NASİPLENEMEYEN DOSTLAR …

 

Ey azizan!

Mübarek oruç ayında kiraz bahçesinde iftara gittiğim için fakiri zinhar yadırgamayın. Bilirsiniz ki şatafatlı iftar sofralarından hazzetmediğim ayrı bir mevzu. İslâm’ın emri ve Peygamberimiz s.a.v.’ın Sünneti olduğu için lüks ve modern mekânlarda orucun mânasına aykırı sözde iftarlara ideolojik karşıyım. 

 

İlker Ciğerlioğlu beyin gönül dostları için dâvet ettiği kiraz bahçesindeki iftarda orucun ruhuna uygun bir atmosferde hasbıhal, tasavvuftan ilham alınan nükteler ve gönül muhabbeti vardı. Ali Hocam, Muzaffer Hocam, tahkiki fikir ustası İsmail Göktürk gibi nice gönül dostları vardı.  Her şey sade idi. Modernizm ve şatafat yoktu. Münzevî ve sükût içinde olan bir mekânda iftarı beklemenin mânevîyatını hissettik. Hocamgilin olduğu bir yerde fazlasına gerek yok.

 

Amma ki bir mesele var; bu fikirli iftar sohbetine özellikle bizi teşvik eden Savaş hocam bir mazeret çıkarak icabet etmedi. Çok üzüldük. Muzaffer hocam, onun hakkında tasavvufî cihetten ağır şekilde aleyhinde konuştu. Gelmediği gibi, telefon açıp, Lâle Devri üslûbunca iftar ettiğimizi... söylemiş. Tabii, fakir büyüklerin arasına giremez.

 

Gönül dostlarımızdan Hasan Ejderha ve Mehmet Yaşar’ın da mazeret uydurup (bu söz fakire ait değil) gelmeyişlerine üzüldük. Ne diyelim, dostların iftarına icabet etmemenin ne büyük bir mânevî kayıp olduğunu oturup kara kara düşünsünler…

--------------------------------------------------

“BİR GARİP MEKTUP”

 

Ey azizan!

Müslümanlara bahşedilmiş dünya hayatının en ulvî vakitleri hangisidir diye sorulsa; Ramazan, yâni oruç ayıdır derim. İnsanın en ulvî, en hüzünlü ve en garip hâli bu mübarek günlerde yüreğini sarar, kendine gelir, aslına döner insan. Bu hâl üzere dostlarından ayrı düşmüş, iç ve dış gurbeti yaşarken, gönül dostum Hacı Ahmet Eralp’den “Bir Garip Mektup” geldi ki gönlüm bir nebzecik olsun sürur buldu. Dost gurbeti çekenler ve dostun hasretine dayanamayıp yayan yapıldak cezbe hâlinde dostun kapısına varanlar, fakat o dostun, kapısına kilit vurup uyuduğunu öğrenince yüreği burkulanlar okusun bu mektubu:

 

“Öğrendiklerimizin başında çay,  fedâkarlık, muhabbet, dostluk, yoldaşlık ve yola bağlılık gelir... Tüm bu hayat bağlarımız ve bunlara olan inancım ile, bu yakıp kavuran yaz sıcağında tutulan oruca aldırmadan, gönlümün; yeter bu hasret koş ve bir Emmi siması ile kendine gel nidasına  tüm enerjimi vererek saat 12.00-13.00’teki öğle arasına sıkıştırmaya çalışarak hızla 7. Noterden Avşar Kampüsüne doğru koşmaya başladım.

 

Lakin üniversite Kütüphanesi'ne vardığımda Kıymetli Abi'miz emektar çaycımız Mehmet abi beni hızla giderken durdu ve; sen ne yapıyorsun Hasan beyin kesin talimatı var, 'Ben kapıyı içerden kilitleyeceğim ve her ne olursa olsun 13.00’a kadar kapıyı açmaya veya açtırmaya çalışma' dedi. Bir Ramazan günü, bir devlet dairesinde içerden kilitlenen bir kapı neyi ifade eder Ahmet abi???? Kapıyı kilitleyen o ellerin sahibi düşünmez mi belki de bir saniyeliğine göz göze bakışmak isteyen bir dost olursa diye...

 

Fotoğraflar şahittir ki, 22 Haziran Pazartesi günü saat: 12.14 iken henüz imza yetkisi olmayan bu garip katip, Avşar Kampüsü Kütüphanesi'nde kapısında Hasan Ejderha yazan odanın önünde boynu bükük kalmıştır.

 

Çaycımız Mehmet abi şahittir ki bu boynu büküklük bizzat Emmimizin talimatı vesilesiyle olmuştur, yine fotoğrafta görünen kütüphane giriş kapısının sağ yanındaki köşe ve bir köy okulunda üç köylü çocuğunun sıkışarak yan yana oturamamaktan bile zevk aldığı ama bizim tütünümüzü içerken Emmimizle baş başa diz dize oturduğumuz şu küçük okul sırası şahittir ki ne dumanı üstünde ince belli zarif yoldaş eşliğinde birbiri ardına gelecek çay için ne de dumanı ciğerimizden değil de bin yıllık türkülerimizden derlenip de gelen cigaralar için değil, sadece saniyenin onda biri kadarcık bir zaman dilimine sığacak bir dost bakışması ve dahi bir Emmi nazarı için vardığım bu kapıda öylece kalakaldım… Bu belki bir şikayet, belki bir halleşme, belki de yalnızca bir garip mektuptur…”

--------------------------------------------------------------------------

ADI GÜZEL, KENDİ GÜZEL BİR DERGİ: VAKT-İ SÜKÛT

 

“Yoldaki Kalemler” dergisinin sahibi şair ve hikâyeci Hasan Ejderha’dan ilham alan genç şair ve yazarların Hatay’da çıkardığı adı güzel, kendi güzel kültür edebiyat sanat dergisi “Vakt-i Sükût” Haziran-Temmuz 2015, 3. sayısıyla içtimaya çıktı. Dergi başlığının üzerinde sabit duran anlamlı sözü bu kez duyurmak isterim: “Sükût Et! Kopsun Kıyamet!”

 

Bu sayıda kıdemli şairlerden Yavuz Bülent Bakiler ile Söyleşi var. Derginin bu sayıdaki baş sözü de çarpıcı olmuş: “Kartalları ürküten kanat sesleri ile selâmlıyoruz şiir yurdunu”

 

Bu sayının şair ve yazarları şöyle: Muhammet İbrahim Balcı: Uyanıyoruz,  Ahmet Mentes: Bulutlara İyi Bakın, Hasan Konç: Işığa Aç Yüreğini, Hasan Ulaş: Münzevi, Memduh Atalay : Suskun İkindini Sevdim Bir, Hasan Ejderha : Esmer Öğretmen, Kübra Kaplan: Bilmiyorum, Ejder Turan: Aydınlığa Düşmanlık, Talat Özer: Semaver, Ahmet Aktaş: Cennet Kapısı, Nedim Yılmaz: Tek Başına Dört Mevsim, Bestami Yazgan: Gönül Şafağı, Ali Parlak: Hayalet, Adem Tokaç: Şeb-i Arus, Olsun Bu Gecem, Mehmet Yıkılmaz : Düşünmeyi Eşsizleştirmek, Kadir Soydan: Ey Berraklık, Erdem Bağırmaz: İnci'ye Açık Mektup, Ahmet Yıldırım: Yürek ve Zihin, Hasan Başdemir: Bir Ölünün Şiiri, Feruz Arslan: Belki, Gazi Balcı: Önce ve Sonra, Ali Güdek: Memlûk , Mustafa Kul: Arkadaki Yüz, Kadir Erdoğan: O Yâr, Ahmet Doğan Can: Ben Neler Gördüm, Abdulkadir Şahin: Kitap Kütüphane Tefekkür Medeniyet İlişkisi, Kübra Bozan: İmkansızdan Tohumlar, Güven Fatsa: Vehim, Ramazan Akyel: Kurt Çölde Yaşar mı?, Muhammet Hamdullah Doğan: Mizgince, Onur Çakmak: Aşk Başkaldırmaktır, Berrin Müzeyyen Alpay: Gülbangı Fetih, Büşra Sarcan: Ölüm Dansı, Nermin Karakurt: Diriliş, Faruk Ceren- Gün Sazak Göktürk: Şair Atışması-4, Ülkü Güven: Sazende, Mustafa Mete Yeşiloğlu: Feylesof Şair ve Aşık, Kırgız Gölü: Alıkul Osmonov ( Çeviri: İbrahim Türkhan)


Arka kapakta, Yavuz Bülent Bakiler’in “Sen Sen Sen” şiiri ile iç kapakta “Her Çocuk Ölümünde Cennetten Müjde Var” başlığıyla verilmiş, Mehmet Sabit Özmüş imzalı “Evladın Ardından” şiiri yer almaktadır. Dergi, “Kültür Sanat Köşesi” ve Kitap Tanıtım Köşesi” ne de yer ayırmış.

 

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.